Bozacı!
Yalancı bozacı!
Çocukluğumun acı acı sesli bağırması!
Yemek mi yemek istemiyorum; geldi bozacı…
Uykum mu yok; işte bozacı…
Yaramazlık mı yaptım; bak orda bozacı…
Söz mü dinlemedim; eyvah bozacı…
Ödüm patlar, kalbim çarpar yanaklarım al al.
Neden?

Kim ki bu?

Acaba o da korkar mı kendinden, yaklaşmakta olan sesinden?
Çocukluğumun en büyük yaptırımcısıydı, kimyamı en hızlı değiştiren, beni renkten renge geçiren. Onun sesini duyduğumda yapmam dediğim her şeyi bir çırpıda yapıveren ben.
Evdekiler onun duacısı, benim ile karşı karşıya kaldıklarında ellerindeki en büyük yardımcısı. Ah bozacı, kalbimin acısı, ödümün patlatıcısı, içimin sıkıntısı, canımın yakıcısı, gözlerimin yaşı.
Kim bilir kaç yaşındaydım ilk kez bozayı tattığımda. Amcam söz vermişti götürmeye İstanbul’un en meşhur bozacısına. Bir şey oldu ne oldu bilmiyorum ama çok geç olmuştu gidememiştik.
Ah kalbim ne kadar mesuttu. Bozacıya gidememiştim, uykularım çok tatlıydı.
Sonra bir gün amcanın söz vermesi tuttu da gittik bozacıya. İnmedim arabadan. Amcamın da plânı buymuş zaten; bir bardakta boza, bir bardakta leblebi çıktı geldi yanımıza. Meğer öyleymiş. Leblebi ile boza müthiş ikiliymiş. Önce leblebinin tadına baktım, sanki pek anlayamadım, bir daha baktım, uzattıkça uzattım. Sonra kendini kandırmayı bıraktım, bozadan da bir yudum aldım. “Zavallı boza” dedim içimden. Senin gibi yumuşak bir şey neden bu kadar ürkütücü ses çıkarır seni satmak için, insanlar neden etrafından kaçırılır?
O günden sonra da hiç boza içmedim.
Büyüdüm, iki çocuk annesi oldum. Bir boza sesinden korkmayacak kadar cesurdum.
Bir akşam dışarıdayım. Bulunduğum sokağın çaprazından acı acı bağırarak yanıma geldi.
Boooozaaaaa…
O an ne gidebildim ileri ne de dönebildim geri. Bozacının sesi sağ kulağımdan sol kulağıma rüzgar gibi geçti etrafımda fırtınalar estirdi. Ufak tefekti bu sesin sahibi.
Büyüdüm, bir boza sesinden korkmayacak kadar cesurdum!…
Boza dedim, ah dedim, geçen günlerime vah dedim, sen miydin ya hu dedim. Çocukluğuma gidiverdim, o sesin sahibini sanki şu an buluverdim.
İşte karşı karşıyaydık. Ben şimdi ne yapsam kaçsam mı bir yerlere yoksa kovalasam mı? Kendime mi hesap sorsam bunca yıl sorgusuzca korktuğum bu anlamsız sesten ötürü? Karşımdakine mi bu bozanın başka bir satılma şekli yok mu diye?
Korkularımla yüzleşmiştim. Sebebini bilmediğim, dahası merak etmediğim bir şeyin ne kadar anlamsız olduğunu fark etmiştim.

“Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hatta beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”

İşte bu meşhur söz geldi yetişti imdadıma. Bana verilen korku duygusu hayatımı cehenneme çevirmek için değil, hayatımın sonucunun cehennem olmaması için çekinmemdi bazı şeylerden.
Korktuğum ya da korktuğumu sandığım şeyin bana ne yapacağını bile bilmiyordum. Korkarak neden kaçtığımı, korktuğum anlarımı kendime nasıl zehir ettiğimi iyi biliyordum fakat bu korku beni nereye götürecekti? Korkarak kaçtığımda neden kurtaracaktım kendimi ya da…
Bir şeyden korkuyorsan eğer ya da korkacaksam, çekindiğim o şey sonunda kendimi bir şeyden koruma altına almış olmalıydım. Yani korku beni korumak için verilmişti. Bir ateş varsa elimi o ateşten çekmeli, uçurumun kenarında isem oradan beri gelmeliydim. Bu hayat yolculuğunda gitmem gereken istikameti, korkmam gereken şeyleri bilerek belirlemeliydim.
Kendimi korumam gerekirdi, bu koruma sadece bu dünya ile sınırlı değildi ki. O halde bana verilen korku hissi, ahiretimin teminâtı içindi.
İşte korkum orada, karşımda. Hiç de yokmuş öyle korkulacak bir tarafı, altı üstü ufak tefek bir bozacı.