Acılar umudu buldurur bize
Bir zırha büründüm bu çağa karşı
Mehmet Akif İnan
Babam bir tartışma yaşandığında her zaman bir sözünüz eksik olsun der. Ta küçük yaşlarda herkesin, her konuda konuşmasına müsaade ettiği bir evde nasıl olacaksa:) şimdilerde anlamaya başladığım bir ‘baba nasihati’ olarak burada dursun.
Son zamanlarda en sık kullandığım sözcük dizisi “insan bir yaştan sonra anlıyor ki…” oldu. Hayatın dönüm noktaları olur. Geçen yıl geçirdiğim covid sırasında bir başına kaldığım hastane odasında başlayan muhasebeler benim hayatımda bu kabilden. Hayli zamandır ara verdiğim çalışmalarım, okumalarım, kalemim, yolculuğum, hasılı “kendim” olma çabasına, uzak olmayan bir ölüm penceresinden bakarken, -neciydim, nerden gelip, nereye gidiyordum- enfüsî seyri, biraz geri çekilip izlemeye başladığım toplumun nereye gittiği âfakı ile derinleşti. Genel olarak ruhen dahil olamadığım çağdaşlarımla, enerjilerine yetişemediğim ihtiyarlar, heveslerinden beri olduğum gençlikle birlikte yürüyor ama hiçbiriyle adımlarım uymuyordu. Yine de o çarpık adımlarla olsa da yürüyor, koşuyor, düşüyor, kalkıyor fakat bir yere yetişemiyordum. Ta ki işte o yol ayrımı mı denir, dönüm noktası mı denir, o kavşağa gelene kadar. Hepimiz yolcuyduk ve kiminle yürürsen yürü yolda olmak çok fazla tahammül istiyordu…
Hangi harfin kuşağı olabildiğime karar veremediğim gibi bu zamanın tasavvur ve tahayyüllerinden uzak düştüğüm (bile-isteye) gerçeğini kabul etmenin benim yürüyüşümü de kolaylaştırdığını fark ettim. Çünkü peşin- çaresiz bir kabullenişle değil, aralarında kendi ‘varlığını silmeden ya da sivriltmeden, onların varlığını da silmeden ve sivriltmeden’ nazarı insanlarla yaşamayı da kolaylaştırıyor. Bir ıslahat olacaksa kendi nefsinden başlama düsturunun; geleceğin zorluklarıyla baş etmenin, geçmişi affetmekten başladığı öğretisinin; ayet ve hikmet ile haddi tayin edilmiş hürriyete tutunmanın, modern dünya özgürlüklerinin tutsaklığından kurtardığı gerçeğinin; birilerine laf yetiştirme gayreti yerine “nasihlerin nasihatlerinin bugün neden tesirli olmadığı” dersiyle kalbine- haline- sesine dönmenin vaktine vardığının kabulü adımlarına kuvvet oluyor.
Bir yaştan sonra anlıyorsun ki, kendi adımlarını düzeltmedikçe ne yol ne yoldakilerle düzlüğe varamıyorsun. Sosyal bir varlık, sosyal bir dinin mensubu olarak sadece kendi yoluna bakıp yürüyemiyorsun da üstelik. Sosyal hayatımızın çevrimiçi mecralarda sürdüğü vakitlerden geçiyoruz. İletişimin anında ve sıcak kurulduğu bir çağda insanlar arasına mesafe ve soğukluk girmesi böylece samimiyetin gittikçe azaldığı ve bu anlık iletişim içinde her an herkese her kesime ulaşabilmenin sınır koyamadığımız gerçeği ile karşı karşıyayız. İnteraktif yakınlığımız birbirimize her sözü söyleme hakkı vermiş gibi, yaş- hürmet, gençlik- hoşgörü, bilgi-eğitim, birikim- tecrübe, mevki-makam, hiçe sayılarak herkes bir diğerini hizaya çekmeye çalışıyor. Hızla yükselen menfi bir enerjiyle sadece karşıt kesimlerin değil aynı cenahtan, cemiyetten insanların birbirini her fırsatta tenkit ettiğine rastlıyoruz. Günlük hayatta, sıradan bir iletişim içinde dahi tahammülsüzlük adeta en birinci özelliğimiz olmuş. Hiçbir siyasî tarafa dâhil olmayan ya da menfi bir niyeti barındırmayan paylaşımların dahi altları tenkid, hakaret, beğenmeme, kıyas yorumlarıyla doluyor. Sağdan-soldan yazılanlar paylaşılanlar, haberler, gündemler nerden tutarsan tut elinde kalıyor. Kime ve neye karşı olursa olsun hangi meslek ve meşrepten olursa olsun bugünün insanının yaşadığı en net duruş tahammülsüzlük ve her ortama sirayet ediyor. Kalpler-akıllar-fikirler cereyanlar arasında savruluyor, sağa sola harcadığımız sabrımız günümüze yetmiyor, kavl-i leyyini terk edeli karşılıklı konuşuyor-yazışıyor ama sesin ve sözün şiddetinden birbirimizi duymuyoruz. Benliği ben davasına kurban ettiğimizden beri, hatta ‘ben’ içinde olduğum için doğru olan, güzel olan hak olan ‘biz’ kuvvetine bürünüp: adeta elimizde bir iman terazisi, bir ihlas ölçer, bir sadakat metresi sabah akşam herkesi kesip biçiyor, o tarafa bu tarafa taksim ediyor, büyütüyor, küçültüyoruz. Elimizde beşinci kuvvet olmuş fakat kuvvetini haktan almayan, hududunu bulamadığımız, parmak uçlarında belirlenen gündemlerle her an yeni birine had bildirerek, parmak sallayarak, dinini sorgulayıp, imanını tartarak, her açığını-sırrını ilan ederek, bendensin-değilsin, bizim mahalle sizin mahalle kavgalarına tutuşmuşuz. Hatta artık bizim mahalledekinin de tarafını gün içinde değiştiriyoruz. Yüz yüze olunsa belki söylenmeyecek laflar, edilmeyecek hakaretler klavyelerin ucunda pervasızca sarf ediliyor.
Gençlik son zamanlarda özellikle ‘iyi örneklerine’ rastlayamadıkları inancın, ‘kötü örnekleri’ üzerinden kaybolup gidiyor. Sonra da hakikatler bu hatalar zincirlerine vuruluyor. Oysa en kolayıydı ‘iyi örneklere’ dönüşebilmek sonra da ‘doğrusunu sen göster, sen güzelini yap, sen iyi örnek ol’ desteğini verebilmek, ki tarih inandığı yoldan giderek dünyaya kafa tutan gençlerin misalleriyle dolu. Ya tutarsız ya vazgeçmiş bir gençliğe razı olmamak gerek. Bugün herhangi biriyle muhatabiyetimizde miheng yine kendi hayatımız aslında. Geçmişe dönüp baktığımızda hayatımıza iz bırakan insanlar hangi üslûb ve davranışlarıyla bizde hala yaşıyorlar. Biz hangi duruşumuzla iz bırakacağız. Bir yavaşlamak, bir adım geri durmak, bir sözün eksik kalmak, biraz susmak hasılı sükûnet gerek kalplere. Yoksa nesilleri de çektiğimiz bu kaosun peşinde bedenen yol alsak da günbegün içimizden genç ölülerimizi kaldırıyoruz.
İşte yıllarca okuduğumuz, dinlediğimiz hakikatler bir gün bir musibet aynasında yüzümüze çarptığında, “Gençlik rüyasından ihtiyarlık sabahına uyandığımız” bir gün de belki “bâki hakikatlerin fani şahıslara bina edilmeyeceği” hakikatini, “beklentisiz hayata alışmanın” suhuletini, “din nasihattir, samimiyettir” ama önce kendine karşı gerçeğini; herkesi, her sesi, her rengi, bir tarafta tutarak önce ‘ben’ den başlamak, hani peşinde sürüklenip helak olduğumuz o nefsin sanık sandalyesinden hiç kalkmaması gerektiğini kabul etmek, ne ferdî ne içtimaî hayatta “ölçüde haddi aşmamak” ferman-ı ilahisine tabi olmak kurtaracak bizi belki de bu çağın tahammülsüzlükle düştüğümüz vartalarından.
İnsan bir yaştan sonra anlıyor ki; beraberinde olanlarla büyürken, yürürken, yaşarken şahid olduğu, bizzat tecrübe ettiklerinin manasını/hikmetini keşfetmeye başlamakla, önce kendi yaralarını tahlil, teşhis, tedavi ile birlikte yaşamanın mümkün olabileceğini. İmtihana tek başına değil, onlarla birlikte çekildiğini, kopyala yapıştır modellerle değil, hakikatten alacağı özgün gündemlerle hayatı inşa edebileceğini, nereden- kimden ne gelirse illa edeb illa edeb ölçüsüyle üslûbunu koruyacağı, kuvvetin hakta olduğu, zorlukların hep olacağı ama beraberinde kolaylıkların yaratıldığı inancına sarılarak; kalpleri ve ruhları şiddete çekenlerden elden geldikçe içtinab ile bu çağa karşı bürüneceği bir zırha kuşanmaya muhtaç. Bu niyetle artık daha sade bir dil, sade okumalar, sade dinlemeler, sade gündemler, sade bir hayat ümidi biriktiriyorum kendi adıma. Çünkü başkasına ne kalb razı oluyor ne de “değmiyor bu dünya böyle şeylere” … Ve insan her gün yeniden anlıyor ki, bu tahammülsüzlük çağında bürüneceğin tek zırh olarak Efendimiz aleyhisselâmın tâbi olduğu Hz. İbrahim’in müsamaha dinini gündeme almalı. Yoksa gayrı yüklenenlerle yolu da yoldaşı da kendimizi de çok yoracağız.