Halide Güler Erdem

 

Ağaçların birbirine kenetlenmiş ince dalları, gür yaprakları arasından güneş meraklı ışıklarını evcilik oynadığım küçük bahçeme sızdırmaya çalışırdı. Evcilik oyunumun ilk misafirleri cebimdeki bisküvi kırıntılarını paylaştığım karıncalar olurdu.

İri yabani yapraklardan şapkalar yapıp, papatyalardan tacımı örüp, çamurdan pastamı dağ yemişleriyle süsleyeceğim sırada annemin seslenmesiyle masalsı dünyamdan çıkar evimize koşardım.

İki katlı ahşap evimizin önünde kurulan sofrada geniş ailemin tatlı sohbetleri özellikle babamın şakalarıyla mutlu bir tatil günü başlamış olurdu.

Haftasonları elinden her iş gelen babam için eski evimizin tamir işleriyle uğraştığı günler olurdu. Sarmaşık gülleri altında yemek yediğimiz masa da babamın becerikli ellerinden çıkmıştı.

Ahlat armutu ile bardak eriği arasında kurulmuş hamakta dedem dinlenirken anneannem kahvesini getirir, ben kaldığım yerden rüyalarıma geri dönerdim.

Babamı sadece tamir işleri yaparken hatırlamıyorum elbette.Onun asıl merakı okumak ve yazmaktı. Bu yüzden evin çatı katında küçük bir bölmeyi kütüphaneye çevirmişti.

Burada dar gelirli memur maaşıyla aldığı her çeşit kitaplarıyla başbaşa kalır, notlar alır çalışırdı. Kendine mahsus yöntemler geliştirmişti. Okuduğu kitaplarda bazı bölümlerin altını çizer, sonra bunları küçük kağıtlara not eder, ayrı ayrı zarflara yerleştirir, hangi kitaba ve yazara ait olduğunu üzerine kaydederdi.

Kelimelerle ilgili çalışması da böyleydi. Onun zarfı da ayrıydı. Yine küçük kağıtların ön tarafına, mânâsını bilmediği kelimeyi, arka yüzüne anlamını yazardı. Bu şekilde zengin bir kelime hazinesi edinmişti.

Babamın okuma merakı, Anadolu’dan göç eden ailesinin maddi sebeplerle sadece bir çocuğunu okutabilme kararı karşısında hasta olan abisine fırsat vermesiyle yapmış olduğu fedakarlıktan dolayı yarım kalmış ama hiç unutamadığı bir kara sevda, sürmeli gözlü bir sevgili gibi peşinden koştuğu bir gayeye dönüşmüştü.

Zaman zaman tahsilini devam etmeye teşebbüs etse de bu arzusu hayat yükü ve geçim sıkıntısıyla engellenmiş, o da bu azmini çocuklarına aşılayarak devam ettirmek istemişti.

Bu özleminin ilk meyvelerini benim üzerimde görmek istemiş olmalı ki beni çok küçük yaşlarda kitaplarla tanıştırmıştı. Daha okul çağına gelmemiş olmama rağmen kütüphanelerden kitap kiralayıp resimlerine bakıp onlarla vakit geçirmemi sağlardı.

Çocuk eğitiminin önem kazandığı şu iletişim çağında bile ihmal edilen çocuk dergiciliğinin gereğini kırk yıl önceden fark ederek beni bir dergiye abone etmişti.

Arkadaşımın olmadığı, televizyon, tablet, bilgisayarın olmadığı bir dönemde yolunu gözlediğim bu dergi en yakın dostumdu. Beni gerçek bir kuş gibi kanatları arasına alıp bambaşka diyarlara götüren dergimin adı ”Mavi kırlangıç” idi.

Babam kendisi okumaya çok değer verdiği gibi arkadaş çevresini de böyle okumayı seven ilmi sohbetlerde bulunan insanlardan seçerdi. Her sabah Çengelköy İskelesi’nden bindiği vapurda Eminönü’ne gidene kadarki zamanı arkadaşlarıyla grup halinde kitaplar okuyup ders yaparak geçirirdi.

Hatta pek çok faaliyetin yasaklandığı cemiyet çalışmalarının kontrol altına alındığı yetmişli yıllarda vapurun en alt katında kitap okuyan bu gruba bir sivil polis dahil olmuş bir müddet takip ettikten sonra kendini tanıtıp, bu toplantının bir sakıncası olmadığını, devam edebileceklerini ifade etmişti.

Bu ilim meclisleri bazı günler bizim evde de toplanırdı. Bu günler benim için bulunmaz fırsatlardı. Onların arasına ben de katılır, bir köşede oturur, pek anlamasam da çok etkilendiğim bu derin sohbetleri dinlemeye doyamazdım.

Bu sohbetler, okumalar onun karakterine öyle yansımıştı ki, ne kadar zor şartlarda olursa olsun devamlı yüzünün gülmesi, hoş sohbet, etkileyici konuşması, hoşgörüsüyle her zaman yanında olmaktan mutluluk duyduğum bir baba modeli olmuştu.

Bazen birlikte iş yerine de giderdik. Vapurdan inip Cağaloğlu Yokuşu’ndan Sultanahmet’teki ofise giderken çoğu zaman yürümeyi tercih ederdik. Böylece kitap vitrinlerine bakma ve kitaplar hakkında konuşma fırsatı bulurduk.

Babamın mesleği devlet dairelerindeki defterleri ciltlemekti. Çalıştığı mekan binanın alt katlarında zamk ve vernik kokularıyla dolu küçük bir oda olurdu. İleride yakalanıp ölümüyle sonuçlanan akciğer kanserine ne derece etkisi olduğu bilinmez ama babam bu işi de severek yapardı. İş yerindeki arkadaşları ile de  dostluğu çok iyiydi. İnsanların dertlerini dinler, çözümler üretir, fikirleriyle pek çok ailenin huzuruna katkı sağlardı.

Bitmez tükenmez sorularımı rahatlıkla sorabileceğim tek kişi babamdı. Çok güzel örneklerle izahlarla cevap vermeye çalışır, cevabını bilmediği bir soru karşısında ”bunu bilmiyorum, araştırır ve öğrenir, sana bilgi veririm” demekten çekinmezdi. Onun bu davranışı benim bilgiye olan ihtiyacımı ve babama olan güvenimi güçlendirirdi.

Genç kız olup liseye başladığım yıllarda babamın işi daha da zorlaşmıştı. Artık sadece kendi sorularımı değil arkadaşlarımın sorularını da getiriyordum. Çoğu dini kaynaklı olan bu soruların etkileyici, ikna edici cevaplarını almadan konuşmamızı bitirmezdik. Yıllar geçtikçe bende babamın vakıf çalışmalarına yardımcı olmanın sevincini yaşıyordum. Artık notlarını ben düzenliyor, çalışmalarını ben idare ediyordum. Konuşma metinlerini birlikte hazırlıyorduk.

Bir gün babam bu zevkli fakat yorucu çalışmaları biraz da olsa hafifletecek bir daktilo ile gelmişti. Merakla başına geçtiğimiz incelediğimiz bu ikinci el daktilo zamanla hızlı yazmamızı sağlamış işimizi kolaylaştırmıştı.

Fakat babam eskisi kadar enerjik ve neşeli değildi artık. Fazla belirti göstermeden ilerleyen kanser onu yatağa düşürmüş, tedaviler sonuçsuz kalmıştı.

Herşey yolunda giderken, hedeflediğiniz gayeye yaklaşmışken çıkan pürüzler, engeller vardır. O engelleri bir bir aşmaya çalışırken artık aşamayacağınız geçit vermeyen bir gerçekle karşılaşırsınız. Gücünüz tükenmiş, sebepler tıkanmıştır. Acizliğinizin sizi gerçek güç, kudret sahibinin kapısına getirdiğini artık anlar, teslim olursunuz.

Vaktinin dolmak üzere olduğunu hissediyor yatağının etrafında hüzünlü gözlerle kendisini bekleyenlere

”Bu dünya eğer daimi olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ayrılık ve yokluk rüzgarları esmeseydi bende sizlerle beraber halime acıyacaktım.

Fakat madem dünya bir gün bize haydi dışarı diyecek feryadımızdan kulağını tıkayacak o bizi dışarı kovmadan biz hastalıkların elemleriyle acı ikazlarıyla onun aşkından vazgeçmeli o bizi terk etmeden biz kalbimizden onu çıkarmalı dünyayı izzetle terk etmeliyiz” der gibi bakıyordu.

Ölümün yokluk olmadığını hiçlik olmadığını tesadüf olmadığını bilenler için bu, unutulmak, sıfırlanmak, son bulmak değildi.

Vakıf çalışmalarını tamamlayamadı. Yazdıklarını bir eser haline getiremedi.

Ama hayatı okudu.

İnsanı okudu.

Kendini okudu.

Yazmak istediklerini bir hayat öyküsü olarak yaşadı.

Fırsat bulamayan, gün ışığına çıkamayan nice kabiliyetli şahsiyet gibi sadece gönüllerde yeşeren sevgi tohumları ekerek sessizce geçmişti bu dünyadan.