Nurbanu Bakraç (yaş 13)
Küçüktüm; severdim hoplamayı, zıplamayı, koşup eğlenmeyi,
Oyun oynarken kimse durduramazdı beni.
Hep heyecanlıydım, hep neşeli,
Gezmek isterdim durmadan her yeri.
Arkadaşlarım hep yazın “köye” gittiklerini söylerdi.
Ama ben hiç “köy” diye adlandırmaya yanaşmazdım anneanne ve babaannemin evlerini.
Sonuçta oralar bağ bahçe değildi ki.
Binaydı evleri, vardı sadece küçük birer bahçeleri.
Anneannemlerin yanına gittiğimizde her zaman,
Anlatırdı bize anneannem doğduğu köyü durmadan.
Çok merak ederdim, acaba nasıl bir yer orası?
Var mı bağı bahçesi, çiftlikleri de cabası.
Sonunda bir gün, yine gittiğimizde anneannemlerin yanına,
“Hadi Nurbanu hazırlan, gezmeye gideceğiz” dedi annem bana.
Merak ettim, acaba nereye gideceğiz?
Küçücük Merzifon’u yine mi gezeceğiz?
Öğrendim ki dedemin arabasına bindiğimizde,
Gidecekmişiz gerçek bir “köye”
Ama anneanneminkine değil,
Başka akrabaların köyüne.
Geçtik çayırları, bayırları,
Geçtik engebeli taşlı yolları.
Vardık sonunda “köye”,
Ardından akrabaların evine.
Girdik bahçe kapısından içeriye, büyülendim karşımdakiyle.
Oturduğu yerden kalkan adam, geldi hoşgeldiniz demeye.
Ama büyülenmemin etkisi geçmemişti halâ.
Sanki bir masal evi vardı karşımda.
Tavuklar geziniyordu etrafta,
Köpekler havlıyordu heyecanla.
Bir yerlerden “möööö” sesi geliyordu, saman kokusu ile;
“Ne güzel çiftlikleri var!” dedim anneme sessizce.
Ama o adam da duymuştu, güldü seslice.
Buyur etti bizi, bahçedeki sedirlere.
Sohbete başladılar annemle.
Kimdi ki o adam, tanımıyordum bile.
Ben halâ etrafıma bakınırken merakla,
Annem o adamın kuzeni olduğunu anlattı örnek vererek bana.
Tıpkı dayımın çocuklarıyla benim gibiymiş bağ aralarındaki.
Anladım anne, ama bu çiftlik, sanki bir masal gibi.
Oynadım orada, annemin kuzeninin çocuğu ve torunuyla,
Ne güzel eğlendik doyasıya.
Kenardaki yoldan inek sürüleri geçiyordu “möööö” sesleriyle arada,
Ve de görmüştüm gerçek bir “eşek” ilk defa, 6,5 yıllık kısa hayatımda.
Sonradan, dedi ki annemin kuzeni,
“Gelin motorsikletime bindireyim sizi.”
Şaşırdım, kaldım ve sevindim.
Arkasına oturtarak torununu ve önüne de beni,
Gezdirdi bizi bağlı bahçeli yerleri.
Ne kadar da güzeldi!
Günün ilerleyen saatlerinde,
Yolun karşısındaki komşulara gittik ziyarete.
Baktım ki, orası da bir çiftlik.
Hem de atları var, burası daha da farklı bir güzellik.
Dedi ki evin sahibi,
“Çok istersen bir ata bindireyim seni.”
Atlara merakla ve ilgiyle baktığımı farketmiş olmalı ki,
Bende istedim binmeyi tabii ki.
Kim bu fırsatı kaçırırdı ki?
En sonunda ata binmeyi başarabildim,
Ve kendimi bir tuhaf hissettim.
At gitmeye başlayınca ben de ağlamaya başladım,
İndim hemen, koştum anneme sarıldım.
Annem gülerek, “Bir şey olmaz Nurbanu, ağlama boşuna ve bin yine,
Bak bu sefer arkadaşın da binecek seninle.”
Bindim yine, arkadaşım da bindi arkama.
At ilerlemeye başlayınca biz de başladık kahkaha atmaya.
Çok eğlenceliydi ve de ilginç,
Atta da bir sevinç;
Besbelli sevmiş bizi taşımayı,
Bu yüzden hiç inmek istemedim aşağı.
Ama en sonunda indik mecburen,
Annemin kuzeninin çiftliğine gittik yeniden.
Yemek yedik çiftliğin büyük bahçesinde.
İnekler de “möö”‘ledi bizlere sevinçle.
O gün dönmek istemedim hiç Merzifon’a.
Kalmak istedim hep orada.
Ama annem “Bir daha geliriz” dedi ve vedalaştım arkadaşlarımla.
Tekrar gelin dediler, tekrar gelin buraya.
Kesinlikle geleceğim ilk fırsatta.
İstanbul’a dönerken bile o çiftlik vardı aklımda.
*
Geçti zaman, geçti yıllar; geçti ilkbahar ve sonbahar…
Ben de büyüdüm herkes gibi apar topar…
Ama o çiftlik ve atlar hiç hatıralarımın arasından çıkmadı,
Öğretmenler ne zaman “Bir anınızı çizin” dediğinde hep o anlar doldurdu aklımı.
Ve geldi burnuma yine saman kokuları.
Doldurdum resim defterlerimi çiftliklerle ve atlarla,
Ve de yine aynı o günkü mutlulukla…
*
Bir gece ansızın uyanıp, çıktık Merzifon yoluna.
Yanımızda uyku ve bolca gözyaşıyla.
Çok ağır, kasvetli ve hüzünlüydü Merzifon’da hava.
Anneannem anlatıyordu hüzünle ve yavaşça.
Toprak kokusu vardı her tarafta.
Ve de ıslak bir koku.
Sadece Yasin okuyan ağızlardan gelen mırıltılar duyuluyordu etrafta.
*
Döndük İstanbul’a.
Sonradan bir ses geldi kulağıma.
Merzifon’da birisi vefat ettiğinde anons yapan kızın sesiydi bu.
“Bayat köyünden Hacı Müzeyyen Örs’ün eşi……….’nin babaları……….Hacı Fahri Örs…., hakkın rahmetine……..”
Meğerse abim oradayken kaydetmiş anonsu.
Duygulandık tabii.
Duymamıştık telaş içindeyken anonsu.
Ve anonsta geçen anneannemin köyünün adını.
*
Aradan 3 ay gibi bir süre geçti.
Yine gittik Merzifon’a.
Anneannemin yanına.
Ama sadece anneannemin bu defa.
Daha da çökmüş dedemden sonra.
Bugün anneannemin köyüne gittik.
O meşhur “köye”.
Küçükken gittiğim köyün hayaliyle…
Gitmek istemedim en başta.
Ama “Gel” dedi annem ve anneannem bana.
Küçükken ve halâ çok merak ettiğim o “köy”.
Ama bu defa dedem değil,
Dayım götürdü bizi, o gerçek “köye”.
Kendi arabasıyla.
Dedemin o eski model, beyaz ve alçak arabası garajda.
*
O çok merak ettiğim “köyde”,
Gerçekten de varmış bağ bahçe ve de bir sürü çiftlik.
Hayâl ettiğimden daha da güzel ve annemin kuzeninin çiftliğinden daha da masalın içinde.
Masalın kalbinde.
Masalın yüreğinde.
Ama anneannemin doğduğu ev ve okuduğu mektep, olmuş birer harâbe.
Gittik yine başka akrabaların çiftliğine.
Ama burası, çiftlikten daha çok; tavuklar ve kedilerle dolu, içinde iki katlı bir ev olan büyük bir bahçe.
Ve bir “köy” burası gerçekten de.
En hasından hem de.
Herkes çok mutlu ve heyecanlı.
Çünkü Müzeyyen Teyzeleri ziyarete geldi onları.
Çok tatlı 2,5-3 yaşlarında sarı saçlı bir oğlan.
Ne kadar da tatlı.
Oradan oraya koşturup kuzeniyle oyunlar oynuyor.
Kuzeni de onu çok güzel oynatıyor.
Keşke, dedim, şu çocuğun yerinde olsaydım şimdi.
Semaver çayının tadı bir başka.
Annem meraklandı,
“Nurbanu sen içmezdin bu kadar çayı?”
Ama anne, bu köy semaveri çayı.
İçilmez mi.
İçilir elbet.
Apayrı güzel bir lezzet.
Bahçede büyük bir tahta salıncak,
Üç kişi aynı anda binip sallanacak;
Ne kadar da güzel bir oyuncak.
Karşı tarafta bir sürü kedi, özellikle ikisi birbirinden deli.
Akşam oluyor yavaşça.
Sonunda biz ayaklanınca,
“Yeni çay yaptık, bir bardak için de gidin” diyorlar.
E hadi için bakalım.
Ama artık ben almayayım.
*
Arabayla anneannemin evine dönerken, bomboş bağları, bahçeleri, tarlaları, tepeleri, ağaçları gördük.
Çünkü başka yoldan döndük.
Camı açtım sonuna kadar, çıkardım başımı, çektim “köy” havasını içime çekebildiğim kadar.
Annem dedi ki, “Şu boş yerlere bir ev yapmalı, arada gelip bir soluk almalı.”
Aynen anne.
Gelip “köy” havası çekmeli içimize.
O ağaçları, tepeleri izlerken,
Şöyle geçiyor içimden;
Koşsam şu tarlalarda, yatsam çimenlere, izlesem gün batımını, hissetsem akşam yelinin o huzur veren hissini, kucaklasam.
Ama izin verir mi ki o tarlaların sahipleri?
Oysa sadece çayır çimenlik.
Var bir o kadar da düzenlilik.
Meğerse anneanneminmiş içlerinden biri.
Tamam o verir izni,
Ama olur mu ki şimdi?
Oysa var o tarlaların tek bir Sahibi.
*
Annemler çocukken köye gidip gelirmiş bu yoldan.
Ah keşke, diyorum, ben de o an orada olsam…
*
Derken dağ-köy yolu bitiyor ve o yumuşak yelin yerini yüzümü vahşice döven sert bir otoyol rüzgârı alıyor.
Ah keşke o yol bitmeseydi.
Ne kadar da güzeldi!
Ah keşke…
Ah keşke bizde o köyde yaşasak…
Ah keşke…
*
Belki gerçek hayatta dedemle çok vakit geçiremedim.
En küçük torunu olduğumdan besbelli.
Belki de bu dünyada o tarlalarda hiç doyasıya koşamayacağım.
Ama belki,
Belki…
Cennette…
Doyasıya…
Dedemle…
Ve belki de…
Özgürlüğümle.