Sena Çekiç

Günlerdir sınav haftasının yoğunluğu ve maddî manevî yorgunluğu içindeydim.

Bu bunalmışlıkla evden çıkıp okula doğru yürümeye başladım.

Havanın pırıl pırıl olması dikkatimi bile çekmemişti neredeyse. Okulun kapısından içeri girdim ve her iki yanı ağaçlarla çevrili güzelim yokuşu inmek yerine beş dakika daha kısa sürsün diye servisi beklemeye başladım. Gûya çok yoğundum ya, o beş dakikayı bile ayıracak zamanım yoktu.

Bir süre servis bekledim, gelmedi. Kazanacağım  beş dakikayı, bekleyerek kaybettiğimi düşünerek yürümeye başladım. Hava gerçekten pırıl pırıldı. Hafif bir serinlik vardı. Yürümeye devam ettikçe güneşin yansımalarını fark etmeye başladım. Özellikle manzaralı kısma geldiğimde deniz yüzeyinde kıpır kıpır oynaşan ışıklar yüzümü gülümsetti. O ilk gülümsemeyle beraber ne kadar güzel bir yerde olduğumu fark ettim, ne kadar çok nimetle nimetlendirildiğimi…

Her gün geçtiğim bu yol artık bende öylesine ülfet oluşturmuş olmalı ki bu güzellikleri görmek için bir çabam bile yoktu. Servis gelseydi ona binip etrafıma bakamadan okula inecektim.

Tüm bunları düşününce gökyüzü bir kat daha parladı. Sanki  gözümde hafif gri bir perde vardı ve kaldırıldı.

Sonra çevremdeki insanlara baktım, benim gibi dersine yürüyen diğer öğrencilere.

Acaba onların kaçı benim gibi düşünüyordu şu an?

Kaçı bu güzelliklerin farkına vardırılıyordu?

Kaçı bir an önce aşağı inip işine bakmayı düşünüyordu?

“Elhamdulillâhi alâ nuri’l-iman” dedim.

On dakika önce de gökyüzünde aynı güneş vardı ama şu an beni aydınlatan o değil, bütün bu güzelliklerin kaynağını hatırlatan kalbimdeki iman nimetiydi.