BEYZA NUR
Yürüyüp gidiyorsun çocuk.
Kardeşlerinle el ele, arkanda bırakıp bizi yürüyüp gidiyorsun.
Bir dakika için kendinizi objektifin yerine koyun ve “Suriyeli” lâkabından sıyrılıp artık Türkiye’den olan bu üç kardeşi hayalen takip edin.
Altı tane minik ayakların adımları, üçlü takımlar halinde kaldırımları selâmlar gibi yürüyorlar. Hafifçe sallanan bir salıncağın ağaçlara, kuşlara, rüzgâra uyduğu bir ezgi gibi. Fark o ki, salıncağın gıcırtılı sesi huzuru kaçırırken, kardeşlerin dudaklarından çağıl çağıl dökülen Kur’ân sesi huzuru yakalıyor.
Bir anda onların öğretmenleri kisvesini çıkarıp, başını eğip sessizce takip eden talebeleri kisvesine bürünüyorum. Önden arkaya oksijen arınarak geliyor. Bedenim ürpertiden buz kesiyorken, yüzüme değen Kurân’ın lâtif dokusu ile ısınıyorum. Gözlerimin gördüğü değişken karelerden üç kardeş dışındakileri müthiş bir teknoloji ile siliyorum. Kulaklarıma gelen kirli gürültülerin üzerini zihnimde hemen karalıyorum. Değmesin, dokunmasın, kalmasın hiçbir dünyalık içimde.
Üç kardeş, fısıldıyor sessizce ama gökyüzünün boşluktaki kesif hali, Kurân’dan halkaları daha sesli yankılayarak yağıyor gökyüzüne. Fetih sûresi dalga dalga çoğalıyor üç ruh, tek sesin gayretiyle. Tek ben kapılmıyorum bu dalgalara. Yanımızdan geçip giden insanların görüş alanı da kapılıyor, fısıltılı yüksek seslere. Dualarıyla uğurluyorlar saniyeler içerisinde.
Bende dua etmeye başlıyorum miniklerime:
“Şimdi 5, 9, 10 yaşlarındasınız. Ruhunuzun en kıpır kıpır, zihninizin en fıkır fıkır zamanlarındasınız. Hıfzınızda küçükten büyüğe iki, beş, on cüz var. Önünüzde ise uzun bir yolculuk var. Yolunuzun sonu saâdet-i dâreyn olsun, lâtif ruhunuzun azığı ise daima Kur’ân-ı Kerim ile dolsun güzel yürekli çocuklarım…”