Halide Güler Erdem
Hayali ile avunduğum, merak ile özlem ile beklediğim o yolculuk nihayet başlamıştı.
Evimi, işimi, önemsediklerimi, önceliklerimi, küçük dünyamı geride bırakarak hayatıma anlam katacak bambaşka bir aleme mukaddes topraklara doğru yola çıkmıştık.
Otobüs Medine yollarındaydı. Kavurucu sıcak altında sarsılarak yol alıyordu. Uzayıp giden yollar, kum tepeleri, Peygamber Efendimizin (s.a.v.)hicretini hatıra getirdi. Yanında sadık dostu Hz. Ebubekir, peşinde müşrikler bütün tehlikeleri göze alarak bu zahmetli yolculuğa çıkmışlardı. Tek gayeleri kendi yurdunda yaşanması mümkün görülmeyen İslâmiyeti burada yeşertmek, serbestçe uygulanmasını sağlamaktı.
Günlerce yürünen yollar ve gizlendikleri mağara geldi gözümün önüne peşlerine düşüp iz sürerek onları bulan müşriklerin ayak uçları görünüyor, konuşmaları duyuluyordu. Ebubekir’in telaşını Allah resulünün ‘’ Korkma Allah bizimledir’’ deyişini hatırladım. Gözlerim doldu. Heyecandan kalbim titredi.
Sen de heyecanlandın mı ey Medine? Onu beklerken, kalbin yerinden çıkacak gibi oldu mu?
Sen de sabahladın mı onun gelişine hazırlanırken? Öyle ya o sevgili artık senin sokaklarında yürüyecek, etekleri senin toprağına değecek, saçları senin rüzgarınla dalgalanacak, senin suyunu içecek, sende nefes alacak, senin iklimin ona iyi gelecekti.
Onun gelişi ile artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Önce adın değişecekti sonra talihin, yüzün gülecekti bundan böyle artık onu nuruyla aydınlanacak, adı il anılacaktı.
Sınırlarına yaklaştıkça görüyorum ki sen bu heyecanı hiç kaybetmedin ey peygamber şehri.
Bu kutsi vazife için yollara düşen her misafirine onun adına kucak açtın. Her müminin gözlerinde onu aradın konuşulan her cümleye onun adı geçer mi diye kulak kabarttın.
Öyle bir şefkat ve hoşgörü var ki bir anne gibi bağrına basıyorsun inananları, coşku ve heyecan il karşılayıp huzur veriyorsun. Sorgulamadan,hesapsızca sarıp sarmalıyorsun.
Burada her şey tanıdık geliyor insana. Cennet bahçelerinden bir bahçede gezer gibi mutlulukla doluyor için, kulaklarında o Peygamberin (s.a.v.) sözleri çınlıyor. Her yerde, her taşında onun nuru hissediliyor.
Medine huzura hazırlıyor insanı, önce edebi öğretiyor, salavatlarla kalbini yumuşatıyor, kırk vakit namaz ile ruhunu arındırıyor, Allah Resülünün (s.a.v.) terbiyesinden geçiriyor.
Buradaki misafirliğin sonuna yaklaşıyorduk. Ayrılığın burukluğu içimi yaksa da Kâbe’ye kavuşma heyecanı teselli veriyordu kalbime.
Yıllardır görmeden yöneldiğim kıbleye doğru yollardaydık. Sert kayalıklardan ekini az, bitkisi çorak topraklardan geçiyorduk.
Sanki etrafta hiç kimse yok, bulutların arasından süzülerek kalbim Kâbe’ye kilitlenmiş bir şekilde ilerliyorduk.
Sabahın ilk ışıklarında Mekke bütün ihtişamı ile görülüyordu. Öyle bir haşmeti, bir otoritesi, bir disiplini vardı ki önce bir ürperti kapladı içimi. Gerçekten burda mıyım? Bu mukaddes yerlerde olmanın hakkını verebilecek miyim? Sorumluluklarımı yerine getirip o huzura layık olabilecek miyim?
Bu ürperti ve çekingenlikle Kâbe’ye yaklaşıyorduk. Gözler kapalı, “Lebbeyk” nidaları her yeri inletiyor.
Önce gönül gözü ille hissetmeye çalışıyorum..Kâbe’yi görmeye hazır hale gelmeye başlayınca gözler açılıyor. Onu görmek onunla gözgöze olmak; işte o anda hiçbir korku kalmıyor, en emniyetli, en olmam gereken yerdeyim şimdi. Öyle bir kavuşma ki yıllarca içimde büyüyen o boşluk doluyor, eksik yanlarım tamamlanıyor, o ürperti bağışlanma ümidine cennet ve cemalullah arzusuna bırakıyor.
Geldim Allahım ben geldim. Günahkar, aciz ve yaralı olarak huzuruna geldim. Zaten başka nereye gidebilirdim ki başka bir kapı, başka bir umut yok ki.
Her renkten, her dilden, her milletten insan tek bir yürek, tek bir sevda ile sana yakınlaşmak için, senin rızanı kazanmak için tek bir beden gibi hareket diyor.
Öyle bir ümit,bir teslli doğuyor ki kalbime huzundayım, varedilmişim,unutulmamışım, kabul edilmişim, miyonlarca mülüman içinde zerreden bir kulum.
İlk günün heyecanıyla vakit nasıl geçmiş anlamamışım. Kafilem gitmiş, eşimi bulamıyorum. Kimsesizlik duygusu, yanlızlık korkusu ile gözlerimi kapayıp düşünmeye başlıyorum. Annemi hatırlıyorum; insanlığın ilk annesi havva annemi,
O ne yapmıştı bir başını bu yeryüzü çöllerinde. Cennet yaşantısından dünya imtihanına indiğinde yalnız, çaresiz, kimsesiz ne yapmışı?
Soğuk bilmezken açlık, susuzluk, endişe, korku, ayrılık nedir bilmezken önüne yepyeni bir sayfa açılmış çileli ve hikmetli dünya hayatı başlamıştı. Üstelik can yoldaşı Hz. Adem’in nerede, ne halde olduğunu, bir daha kavuşup kavuşmayacağını bilmezken.
Hac mevsimi bambaşka bir âlem, pek çok vazifeler var. Her bir vazife ucu çok derinlere uzanan bir harekete işaret ediyor.
Ve onlardan biri de Safa ve Merve arasında yedi defa gidip gelerek say etme. Bu faaliyetin özünde de bir mübarek annenin yürek acısı ve içten duası var. Issız çöl şartlarında yavrusu için su aramak maksadıyla koşuşturuyor. Öyle bir arayış ki erzak bitmiş, yavrusu aç ve susuz ümitler tükenmiş, yorgunluktan çaresizlikten çatlamış dudaklarla ölümün kıyısından rabbine yalvarıyor.
Bu yakarış öyle bir kabul oluyor ki kıyamete kadar akacak olan zemzem suyu bîçare yavrunun topukları arasından fışkırarak insanlığa hediye ediliyor.
Bu toprağın anneleri nasıl bir teslimiyet, ne kadar derin bir iman, tam bir tevekkül sahibiydiler ki kadın fıtratında derece derece bulunan şefkat, fedakarlık, eşine bağlılık, evlatlarına rehberlik hususlarını en zirve noktada yerine getirerek ümmete örnek teşkil ediyorlar.
Mekke şehirlerin anası ve o beldede yaşayan annelerin annelikleri nasıl değerli bir örnek, nasıl sımsıkı tutunulacak, takip edilecek bir yol.
Hac vazifemiz devam ederken Mekke’de geçirdiğim günlerin birinde sıcak havanın da etkisiyle hastalandım, ateşler içinde halsiz yatarken bir başka annemizi hatırladım. Çok genç çok masum bir anne.
Hiçbir dahli olmadığı halde hamile olduğunu anlayınca nasıl bir korku yaşadı Meryem validemiz kim bilir, çaresizlik içinde tek başına nasıl doğum yaptı? Hasta olarak loğusa haliyle Kudüs’e geri dönmesi emredildiğinde nasıl bir iftiraya ve şiddetli bir zulme uğrayacağını bildiği halde o ateşten yolu nasıl göz aldı?
İffetinin, masumiyetinin açık bir delili olarak kucağında getirdiği o yavrunun kundakta konuşması gibi bir mucize göstereceğini bilmeden nasıl dimdik durdu o azgın topluluğun önünde.
Bu nasıl bir teslimiyet, nasıl bir kulluk, nasıl bir iffetinden emin olma hali?
Bu mübarek annelere yüreğimi bıraktım. Hayranlıkla, saygıyla kalbimdeki yerleri daha ulvi, daha kıymetli bir dereceye yükseldi.
Ayrılık günleri yaklaşmıştı. Son ziyaret yeri olarak Peygamberimizin doğduğu evin önündeydik. Bu bir veda değildi. Burada her şey capcanlı, sımsıcaktı.
Gözlerim Hz. Amine annemi aradı. Kucağında yetim evladı yeni doğmuş gül kokusu buram buram hissediliyor. O sevgili bu mekanda mı dünyaya geldi? Süt anneye verilirken hüzünlü gözlerle buradan mı yolculadı yavrusunu? İlk adımını görememenin, ilk sözcüklerini duyamamanın acısını bu evde mi hissetti? Hasret kaldığı için bu evde mi hüzünlü?
Kavuşacağı günlerin hayalini kurarken öksüz kalan yavrusu Medine’den annesiz döndüğünde bu avluda mı ağladı? O gözyaşları burada hala ılık hala yürekleri yakıyor.
Zihnime kazınan, kalbime işleyen bu hatıralarla duyarak, hissederek yapılan bir hac yolculuğu sonunda eve dönerken o devirleri ve bu günü düşündüm.
Hızlı bir şekilde akan zaman şeridi günümüze kadar uzanmış hayır ve şer, yalan ve doğruluk arasındaki mesafe açıldıkça açılmış cennet ve cehennem kadar birbirinden uzaklaşmış.
Cam kırıkları, elmas kristalleriyle aynı tezgahta sunuluyor. Elmastan daha değerli, daha cazip gösterilen bu kırıkları tutan eller parçalanıyor, yürekleri kanatıyor.
Öyle büyük bir yangın var ki alevleri göklere yükseliyor. İçinde gençlerimiz, nesilerimiz, aile yuvalarımız yanıyor.
Bugünki annelerin avuçlarında ahir zaman çocuklarının elleri var, sımsıkı tutsalar da öyle kaygan bir zemin ki kopup gidişine engel olamıyorlar.
Sizler öyle bir hayat yaşadınız ki hayırlı ve hakiktli olanı tüm güzelliği ile yansıttınız.Şer ve batıl olanı tüm çirkinliği ile reddettiniz.
Her ne kadar zaman değişmiş asır başkalaşmış olsa da değişmeyen en temel hakikat insanlığa çare; sizin teslimiyetli kulluğunuzda, fedakarca yaşadığınız annelik sırrınızda.
Çağları aşan dualarınızı gönderin bu kıyamet kuşağına. Annelik ruhunu insanlığın özünü öğretin bize.
Duymayı,hissetmeyi,göz yaşı dökmeyi öğretin.
Belki sizin gözyaşlarınıza karışır da söndürür bu yangınları.