Beyza Nur

Biraz sonra okuyacağınız satırlar, kalp kalbe bir dertlenmenin ve dertleşmenin alıntılarıdır.

“Sevgili genç kalbim,

Bu mektubu 22. sonlarında, sana yazıyorum.
Evet sana…
İkinci 22’yi devirip gençlikten kâmil yaşa ulaştığın vakit, katılaşıp da merhametini kaybetme diye.
Çünkü görüyorum ki seneler eskidikçe, insanın kalbi de eskiyor.

Öncelikle sana kendimi tanıtmama izin ver kalbim…
Ben sahibin,
ben senin sessizliğin ve narinliğinden muzdarip olan
emanetçin.

Emanetçin diyorum; çünkü sen bana emanetsin.
Çünkü sen benim koruyamamaktan korktuğum hazinemsin.


Evet, biliyorum gencim ama bir emanetim var…

Sevgili kalbim;
Sözlerimi yanlış anlayıp da bana darılma lütfen.
Seni sevmediğimden değil bu muzdaripliğim.
Çok sevdiğimden.

Seni hiç düşünmediğimden de değil üstelik
Bilâkis çok düşündüğümden…

Hiç öyle olmasa,
Başını bir hal gelecek mi diye
içim içimi yer miydi korkumdan!

Evet gencim ama, korkularım var…

Saate baktım. Öğle ezanının okunmasına on dakika vardı. Hemen çıksam cemaate yetişirim diye düşündüm. Montumu giydim. Tam kapıdan çıkacakken birden bire yağmur başladı. Ama öyle damla damla da değil, sanki gökyüzündeki barajların kapısı ardına kadar açılmış gibi. Sanki bulutlar günlerdir bu an için karınlarını suyla doldurup kararmışlar gibi…

Gördüğüm manzara karşısında dilimden fıtri bir ‘Subhanallah’ kelimesi karışınca havaya, bu hâli imtihanım gibi düşündüm. Uzun zaman sonra niyet ettikten sonra, Rabbim samimiyetimi ölçüyor olabilirdi.

Zihnime şeytanın sinsice üflediği “boşver başka za…” cümlesini yarı da kesip, hem onu hem de kendimi şaşkınlık içinde bırakmıştım. Hayır, gidecektim. Gitmeliydim.

Şemsiyemi kapıp hızlıca kendimi dışarı attım. Yürüdükçe yağmurun basıncı artıyor, sanki başımın üstünden kalbime doğru bir gücün bana bir şeyler söylediğini hissediyordum.

Yola çıktıktan on saniye sonra kendimi deliymişim gibi hissetsem de, “bir kere de deliliğimi güzel bir gâyede kullansam ne olur ki?” diye düşündüm.

Aniden haykıran gök gürültüsü, beni tüm insanlar adına sonsuz bir pişmanlığın içinde yüzdürüyordu. Evet yüzüyordum. Çünkü ıslanmayan hiçbir tarafım kalmamış, yanımdan hızlıca gelip geçen arabaların en yükseğe çamur sıçratma yarışı, işi hızlandırmıştı. Hiçbirisi umurumda olmamış, hâlâ yağmurun ve şimşeğin bu kadar kızgın olmalarının şifresini çözmeye çalışıyordum. Ve daha yolu yarılamadan başlayan nohut taneli doluların kafama taş gibi yağdığını hissedince, sanki ebabil kuşlarının üzerine taşlar yağdırdığı Ebrehe gibi hissetmiştim kendimi.

“Allah’ım, beni bağışla…”

Evet, gencim ama aciz ve zayıf bir ruhum var…

Camiye girebildiğimde, sırılsıklam olmuş titreyen bir kuştan farksızdım. Hanımların namaz kıldığı bölüme girdim. Birkaç dakika kalmıştı ezana. Oturursam halıyı ıslatırım diye ezan bitene kadar ayakta bekledim. Ve namaza başlarken sağ safta duran bir teyzenin yanına geçerek niyet ettim. Secdeye her gittiğimde vücudum soğuktan buz kesiliyordu. Vücuduma yayılan soğuk hava dalgasının zorlu yönlendirişiyle sünneti zar zor bitirdim. Teyzeden biraz önce selam vermiştim. Kıpırdamadan imamı bekliyordum. Teyzenin uzun ve sesli bir “Tövbe Estağfurullah”lı selamı karşısında dönüp gülümsedim. Fakat anladım ki, onun bana doğru dönüşünün farklı bir sebebi varmış.

Evet, gencim ama kolay kırılabilir bir mutluluğum var…

“Sen neden namazı hızlı kıldın! Evet, hızlı kıldın. O namaz senin mahşerde hiçbir işine yaramayacak. Ben sana söyliyeyim. Öyle namaz kılınmaz. Allah sana hesabını sorar. O namaz mahşerde karşına çıkar!..”

Şaşkınlık içindeydim. Teyzenin sözleri gözlerimi secdeye kilitlemişti. Ve hâlâ devam ediyordu. Bağıra bağıra, hiç susmadan beni azarlamaya devam ediyordu.

Evet gencim, ama hemen küsebilir bir şevkim var…

Soğuk bir kuyunun dibine çöktüğümü hissediyordum. Kırılmıştım. Ve parçalanan niyetimin kırıntılarıyla namazımı nasıl bitireceğimi düşünüyordum. Kendimi Yusuf gibi hissettim. Bu kuyudan çıkmak hiç kolay olmayacaktı.

Besmele çektim ve imamla birlikte kalkıp farz namaza durdum. Ne hallerde şeytana karşı koruduğum kalkanım tek bir vuruşla yerle bir olmuştu. Artık korumasızdım. Ve şeytanın yeni atışlarına maruz kalıyordum. Samimiyetimin ve parçalanmış niyetimin kırıntılarını büyük bir iştahla topluyordu. Zihnimde o iştahın karanlık homurtuları vesvese olarak yayılıyordu.

“Peki Müslüman bir kardeşinin yüreğini kırmak teyze? Peki o mahşerde karşına çıkmayacak mı?” Peki senin namazda yaptığın namazı iptal eden hatalar, onlar senin karşına çıkmayacak mı?”

Evet, gencim ama iflah olmaz bir nefsim var…

Allah’a sığındım. Zaten başka kimim vardı ki…

“Ne olur Allah’ım. Sırtımdaki yükleri bu mübarek mekânda boşaltmak için niyet etmişken, ağırlığımı arttırıp çıkarma beni buradan…”

Namazımı bitirip hızlıca camiden çıktım. Kapıdaki örtüyü kaldırıp da dışarı çıktığım anda bir adım ötemdeki manzarayı görünce “Bu bir şaka mı?” diye düşündüm. Bir adam bir adamın üzerine saldırıyorlardı. Ayırmaya çalışanlar umurunda değildi. Nutkum tutuldu. Öylece bakakaldım. Biz gerçekten camide miydik?

Kendimi Eyyub gibi hissettim. Aldığım yaralar imanıma dokunuyordu. Az sonra zar zor ayırdılar ve adamı camiden çıkardılar. Olduğum yerde hala gördüğüm manzaranın tekrarları gözümün önünden akıp gidiyordu. Sebebini öğrenince öylece kalakaldım. Ayakkabı giyinilen yerdeki kilime ayakkabı ile bastı diyeymiş bu saldırı. Ayakkabı, kilim, adam dövmek…

Evet gencim, ama çabuk hastalanan hissiyâtım var…

Sadece birkaç saniye sonrasında Suriyeli bir kadın camiden çıktı ve aynı hatayı o da yaptı. Başka bir Türk kadının “No, no!” uyarısıyla, hatasını hemen anlayıp özür dileyerek mermer tarafına gitti. Ve ayakkabısını giyip oradan ayrıldı. Ama kadın arkasından konuşmaya devam ediyordu. Sakince mi? Hayır bağırıyordu.

“Namaz kılıyoruz orda! Gelmiş ayakkabıyla basıyor! Onun saçını başını yolmadığıma, ağzını burnunu kırmadığıma dua etsin!” (Ne yazık ki arada kullandığı birkaç kelimeyi telaffuz etmeye yüreğim dayanmayacak.)

Bugün şeytanıma gün doğmuştu. Homurtuları kulaklarımda biraz önce duyduğum korkutucu seslerin arasında yerini almaya devam ediyordu.

“Peki Müslüman kardeşinin kalbini kırmak abla? Peki yumuşak huyluluk? Peki hüsnü zan? Peki güler yüz, sâfi niyet, merhamet, şefkat?.. Peki namazı bozmayan haller? Peki kuru necisin bulaşmaması ve namaza mâni olmaması? Peki Allah’ın evinde söylediğin sözler?..”

Ah yüreğim!

Evet, gencim ama narinliğinden kavrulan bir kalbim var…

Kendimi Yunus gibi hissettim. Koca bir dünya balığı beni yutmuştu. Ve ben bu balıktan kurtulabileceğimi zannetmiyordum. Dünyanın tam karnında, sırılsıklam yalpalanmıştım. Yağmur devam ediyordu. Ama ben artık yağmurun şifresini çözmüştüm.

Evet, gencim, ama zulme dayanamayan bir kalbim var…

Derdim artık çözmek değil; şükretmekti. Çünkü dakikalar içerisinde gerçekleşen hadiselerin ağırlığı benim kıyametimi koparmışken, Rabbim’in hâlâ bizi helak etmemesine ve dünyanın kıyametini koparmamasına şükrediyordum.

Rabbim’in azamet ve kibriyasının genişliği içerisinde bulunan geniş merhamet ve rahmetinin bir misali olan bu yağmura, bu gök gürültüsüne, bu şimşeğe, bu doluya şükrediyordum.”

Evet

“bir kalbim var

ama

gencim”

 Acaba

22 yıl sonra da

Bir kalbim olacak mı?”