ESRA KÂĞIT

Eskiye nazaran daha sık uğruyorum kabristanlara.

Nefsim hiç hoşlanmasa da bu ziyaretlerden, kalbim ona inat “Git” diyor.

Ve yine nefsim “Ziyareti kısa tut bari, onlarca iş seni bekliyor ” ikazlarıyla hücum etse de, kalbim dünya ile olan bağlarının birkaçından olsun kurtulmanın sükûnuna eriyor.

Kabir ziyareti yaptığım günlerden biriydi. Derin bir sessizliğin içinden yükselen kazma kürek seslerinin geldiği yere doğru başımı çevirdim.

İki dünyalı, büyük bir gayretle mezar kazıyordu.

Toprağa vurulan herbir kazma darbesi âdeta “Alâ külli hâl öleceksin” hakikatini haykırıyordu.

Ve kürekle üst üste yığılan toprak ise bitmek bilmeyen bilâkis günden güne büyüyen, dünyaya ait hayallerimizi, planlarımızı andırıyordu.

Şimdilik yeni kazılan mezarın yanında duran, fakat birazdan oraya gömülecek olan mevtânın üzerine atılmayı bekleyen o toprak yığını rikkatime dokundu ve kalbim derin bir “âh” çekti.

Hani bir tiyatro oyunu biter de perde kapanır ya usul usul. Kabrin üzerine toprak atılmasını da o perdenin çekilmesine benzettim. İnsanın dünya sahnesindeki rolü bitmiştir artık.

Bu düşüncelere dalmışken, ziyaretlerini tamamlamış gözü yaşlı iki kişinin bana doğru yürüdüğünü gördüm. Acılarının çok taze olduğu hallerinden belliydi.  Bir teselli arıyor gibiydiler.

Konuştuk, halleştik biraz…

Ansızın geliveren ölümden, dünyanın faniliğinden, âhiret yurdundan,  en çok da Cennetten bahsettik.

Cennetten yani Rahmân’ın sonsuz merhametinden söz ettik.

Kalbimizdeki hüznü “Nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer” hakikatiyle dindirdik.

Bundan daha güzel bir teselli olabilir miydi?

Dünyadan göç etmiş, şimdi kabir âleminde olan sevdiklerimizle Cennette ebedî beraber olmak duasıyla bitirdik muhabbetimizi.