MEHMET SAYIN

1980 yılında Almanya’da bulunan bazı Türk aileleri eğitim çağındaki çocuklarını hem okuyup adam olsun, hem de Nur Talebesi olsun niyetiyle kendi gurbetlerine çocuklarının gurbetlerini ekleyerek Türkiye’ye gönderirler. Vesile olan da Fırıncı Ağabeydir.

Yaşları 10-12 arası olan yaklaşık 60 çocuk İstanbul Beyazıt’ta, Mabeyinci Yokuşundaki Kültür Dershanesine yerleştirilir. Çocukların kaldığı apartmanın zemin katında yaşlı ve hasta düşmüş Osmanlıdan miras, son hattatlardan Merhum Hamit Aytaç da Fırıncı Ağabeyin himayesinde misafirdir. Üstte çocuklar, altta yaşlı bir dede… Hepsini himaye etmeye çalışan aynı kişi: Mehmet Fırıncı Ağabey…

Her sabah ve akşam Hattat Hamid’e çorba ve yemek götürülür. Üstad Hamit hastalıklı haliyle elinde kalem, hatt-ı Kur’ân yazmaya devam eder. Nur hizmetinin bir başka hizmetkârlarından Mustafa Cabi Ağabey bir gün:

“Mehmet! Aşağıda yaşlı bir dede var, hem elini öp hem de hayır duasını al” dedi ve içinde yemek olan tepsiyi elime tutuşturdu.

Mustafa Ağabey kapıyı çalıp açtı. Ben de tepsiyle içeriye girdim. O zamanlar daha “hattatın” ne demek olduğunu bilmeden yaşlı dedenin elini öptüm. O da başımı sıvazlayarak beni yanına oturttu, yanağımı okşadı ve dua etti. O zaman değerini bilmediğim ve hâlâ çok pişmanlığını yaşadığım kamış kalemle yazdığı bir yazıyı uzattı. Ne yazdığını şu an hâlâ hatırlamaya çalışıyorum ama hatırlayamıyorum maalesef. Mustafa Ağabeyle yanından ayrıldık. Daha sonraki günlerde de bu şekilde Hattat Hamid’in yanına gidip gelmeler devam etti. O zamanlar bu gidip gelmeler benim için yaşlı bir dedeye hizmetti…

Bazen onun bahçeye bakan penceresinin önünde onun hatt-ı Kur’ân yazarken seyredişimi hayal meyal hatırlıyorum.

Çocukluk işte…Yanı başında Osmanlı’nın son Hat Üstadı vardır, elini de öpersin ama sen onun kim olduğunun hiç şuurunda değilsindir. Ama tüm bunlar boşa değildir.

1986 yılının yaz tatilinde hem Hattat Hamid’in talebesi hem de Sözler Yayınevinin o zamanki müdürü İsmail Yazıcı Ağabeyle Sözler Yayınevinde kısa bir süreliğine birlikte çalışmak nasip oldu. (Her ne kadar kabul etmese de Risale-i Nur’lardaki nesih yazıların bazıları ona aittir.) Onun elinde kamış kalem görmek yazarken seyretmek en büyük zevkimdi. Bana birkaç yazıyla alâkalı teknik bilgi de verdi. Sözler Yayınevindeyken adamın biri gelip Arapça bir yazı istedi. İsmail Ağabey o an yoktu. Osman Sevimli Ağabey, elime kamış kalem tutuşturup Arapça ibareyi yazmamı istedi. Kopya çekerek de olsa adamı geri göndermedik. Ve… ilk harçlığımı Arapça bir ibare yazarak almış oldum.

İsmail Ağabeyin elinden düşürmediği kamışının sesi bana musiki gibi geliyordu. İşte bu haliyle kendisi beni hatt-ı Kur’an’a aşık etmişti.

Bu aşkta hocası merhum Hattat Hamid’in hayır duasının payını asla yabana atmıyorum…Çünkü o yaşlı dedenin ihtiyar ve titrek haliyle elinden kamış kalemi düşürmemesi de beni çok etkilemişti.

O hevesle İsmail Ağabeye “Ben de öğrenmek istiyorum” dedim. Fırıncı Ağabeyle İsmail Ağabey benim bu merakımı konuştular. İsmail Ağabey bana Hattat Hüseyin Kutlu Hocamın ders verdiği ve imamı olduğu Cerrahpaşa’daki Ali Paşa Camiine yollamadan önce kendi açtığı sülüs kalemi hediye etmişti. Allah ondan razı olsun. Fırıncı Ağabey ile camiye girdiğimde heyecandan elim ayağıma dolaştı. Hele Hüseyin Hocam ilk “Rabbi Yessir” meşkini elime tutuşturup “Bunu yaz gel” dediğinde içim içime sığmıyordu.

Bir yanda o zamanlar 60 yaşına yaklaşan Fırıncı ağabeyin yardımcı, yol gösterici oluşu ve bendeki yeteneğin inkişafına vesile oluşu… Diğer yanda vefat etmek üzere olan 90 yaşlarında hatt-ı Kur’an yazmaya heveslendiren bir yaşlı dede ve… Onların karşısında 12 yaşında anne-babadan 2000 kilometre uzakta gurbette bir çocuk…

Yaşanan bu hal, hepimizin üzerinde çokça durduğu çocuk eğitimine güzel bir örnek olması hasebiyle kaleme alındı.