ŞEYMA GÜR
İshak Özgel’in “Risale-i Nur’da Kur’an tarifi ve tasavvuru” başlıklı seminerini deşifre ettim. Konuşmasını insicamını bozmadan yazıya aktarmaya çalıştım.
Hoca, Bediüzzaman’ın yaptığı Kur’an tarifinin hem Kur’an-kâinat bütünlüğünü ortaya koyduğunu, hem bu bütünlüğün gayb yönüne ışık tuttuğunu, hem de gerek Kur’ân’ın ve gerekse kâinatın mütefekkir bir okuyucusu olarak insanı “dönüştürme” potansiyelini hâiz olduğunu anlatıyordu. Hidâyet kaynağımız Kur’an, bizi insan gibi insan, Rabbini tanıyan ve o tanımanın neticesi olarak Rabbine şükreden bir insan ediyordu.
Çok istifade ederek ve gerçekten “dönüşerek” dinlemiştim sunumunu. Okuyageldiğimiz bir tarifin nasıl tasavvura dönüştüğünü içten içte hissetmiştim. O bakımdan üzerinde zevkle çalıştım. Hocanın cümlelerine sadık kalmaya çalışarak, ama bir konuşma metnini yazı diline aktarmanın gereklerini göz ardı etmemeye çalışarak epeyce emek verdim. Toplamda konuşmasını baştan aşağıya üç dört kez dinlemiş oldum.
Sonra ortaya çıkan şeye baktım. Yazdığım metnin, benim üzerimde bile, Hocanın konuşmasına benzer bir etki oluşturmadığını gördüm.
Durup düşündüm: Konuşmaya bu kadar sadık kalmıştım, hiçbir şeyi atlamamıştım. Eksik olan neydi?
Eksik olan insandı.
Ruhuyla, tefekkürü ve duygularıyla ve bunları ileten sesi, jest ve mimikleriyle, söylerken yaşamasıyla, kelimelere nefes aldırmasıyla bir insan!..
İşte o zaman âni bir hads ile Efendimizin nübüvvetine intikal ettim.
Evet, Cenab-ı Hak kendisini kendi kelâmıyla bildirmişti. Murad-ı İlâhî buydu: bilinmek. O kelimât geldiği makam itibariyle benzersizdir, kudsîdir.
Sonra kendi kelâmıyla bildirdiği Esmâsının delilleri ile donattı görünen ve görünmeyen âlemi. Zikredilen esmâ tecellî etti varlık âleminde. Canlı cansız tecellîler müşahhas idi artık.
Ama bir insan; âyetleri okuyan ve okutan, anlayan ve anlatan, gören ve gösteren, yaşayan ve nasıl yaşanacağını gösteren, bunları yaparken bir beşer olarak bütün varlığını, aklını, kalbini, lâtifelerini ortaya koyan, sesini, duygusunu asırlar ötesine bile iletebilen bir insan, âyetlerin en güzeli, Esmânın nokta-i mihrakiyesi, âlemin gözbebeği, yaratılış ağacının meyvesi bir insan, bir peygamber tamamlayacaktı manzarayı.
Ve Allah’ın resulü, habibi Hz. Muhammed Mustafa gönderildi âleme ve bütün kevnî-kelâmî âyetler, onun tercümanlığı, müfessirliği ile apaçık okunur oldu, ubudiyeti ile bu âyetlere nasıl mukabele edilir bilindi. İnsanlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, hayvanlar, bulutlar, yıldızlar onu selâmladılar. Herkes ama herkes onu çok sevdi. Cenab-ı Hakkı öyle güzel tanıyor ve tanıtıyordu ki… Önce ve en ziyade Allah sevdi elbet. Zira kâinatın yaratılmasındaki bütün İlâhî maksat, onun gelmesiyle gerçekleşiyordu.
Yaratılışın maksadı Allah’ı esmâsıyla tanımak ise, benim nev’imden birisinin bunu en şaşaalı şekilde yapmış olması şeref olarak bana yeter ve can ü gönülden diyebilirim:
“Ya Resulallah! Sen olmasaydın olmazdı. Herşey eksik kalırdı. Varlığımız, idrakimiz, insanlığımız noksan olurdu. Âlem seninle tamam oldu, maksat seninle hâsıl oldu, kâinat seninle ruh buldu. Dünya da seninle güzel âhiret de. Milyon kere milyon salât ü selâm olsun sana, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa!”