“Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete gidiyorlar.”
Baharın en güzel şekilde yaşandığı Anadolu köşelerinden birinde, bir bahar mevsiminin ilk günlerinde, bu satırlarla başladı Risale-i Nur’un macerası. Başlangıçta, bir söyleyen vardı sadece, bir de yazan.
Bir de dağlar.
Ve bağlar.
Ve bahar.
O kadar.
Önce, dağların ve bağların nasıl canlandığını gördü yazdıran. Her karışı renklere bürünüyordu toprağın; her zerresinden boy boy hayat fışkırıyordu. Badem ağaçları mıydı bahçeleri dolduran, yoksa gelinlerden bir alay mı?
Bir haykırış koptu seyredenin ciğerlerinden:
“Bak Allah’ın rahmet eserlerine!”
Dağlar birer birer tekrarladı bu haykırışı.
“Bak Allah’ın rahmet eserlerine!”
Yemyeşil halılar serilmiş ovalara; halılar rengârenk desenlerle süslenmiş.
Bak Allah’ın rahmet eserlerine!
Çiçekler üstünde, çiçekten kanatlarla kelebekler. Arılar iş başında. Kendilerini tâ uzaklardan kokularıyla çağıran kucaklara atılmış böceklerin sayısını bilen yok.
Bak Allah’ın rahmet eserlerine!
Daha dün kayıklarla fındık kabukları gibi oynayan göl, mavinin en tatlı tonlarına girip girip çıkıyor. Bir huzur, bir tebessüm, bir hayat müjdesi oynaşıyor parıltılarda.
Bak Allah’ın rahmet eserlerine!
Çayırda bir o yana, bir bu yana koşturup duruyor kuzucuk tarif edilmez bir hayat neş’esiyle. Dizlerine onu taşıyacak derman ne zaman geldi de koşturmaya başladı? Oysa daha dün bu dünyadan haberi bile yoktu.
Bak Allah’ın rahmet eserlerine!
O gün, Barla’da yeryüzünün dirilişini doya doya seyretti, bakmasını ve okumasını bilen bir çift göz.
Bir kâinat kitabına baktı hayranlıkla, bir de Kur’ân’a.
Aynı âyeti okudu ikisinde birden:
“Bak Allah’ın rahmet eserlerine, ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor.”
Bir daha okudu. Doyamadı.
Bir daha okudu. Sükûn bulmadı.
Bir daha okudu. Sonra bir daha. Sonra bir daha.
Her okuyuşunda dağlar cevap verdi. Barla’nın taşında, toprağında, bu âyet o gün tam kırk defa yankılandı.
“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine, ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bunu yapan, ölüleri diriltendir; Onun gücü herşeye yeter.”
Eve döndüğünde artık okuma değil, okunanları kâğıda dökme vaktiydi.
“Yaz kardeşim,” dedi. “Haşir Bahsi.”
Sonra, bir kitaptan okurcasına döküldü kelimeler ve cümleler:
Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet — ki her saatte bir şimendifer, gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor — nasıl sahipsiz olur?
***
[Barla Platformu tarafından düzenlenen “Barla Yılları” serginin katalogundan]